Kadın Avukat Olmak ya da Avukat Kadın Olmak
Avukat denilince toplumumuz bireylerinin beyninde uyanan ilk olgu “güç” oluyor. Yargının üç ayağından biri olan savunucular, yani bizler aslında vatandaşın gözünde gücü simgeliyoruz. Çünkü biliyoruz ki, koşullar her ne olursa olsun, kişilerin bizden beklentisi “kazanmak”. Ve dolayısıyla yürütülen dava konusu fark etmeksizin alınacak en ufak bir yol ya da olumlu sonuç, avukatın kişisel başarısı olarak atfediliyor ve insanların beyninde güç algısı oluşuyor.
Bahsettiğim güç algısının gün yüzüne çıktığı konulardan biri de kadın ve erkek. Sanıyorum ki ataerkil bir toplum yapısının uzantısı olan erkeğin kadına göre hem fiziken hem de ruhen güçlü kabul edildiği anlayış şekli halen belli bölgelerde hüküm sürüyor. Türkiye gerçeğinde de durum çok farklı sayılmaz. Her ne kadar, kadın erkek eşitliği artık eskiye göre çok daha yüksek sesle konuşulsa da, toplumun hatrı sayılır çoğunluktaki kısmı için erkek halen daha güçlü. Bu düşünce yapısını aşmak, bir adım öteye götürmek kolay değil elbette. Çünkü biliyorum ki, kadın ve erkek eşit denildiğinde, eşit olmuyor. Sadece sözümüzde değil, özümüzde de eşitliğe inanmalı. Ancak bu inanç benim, senin ya da onun inancı değil toplumca bizim inancımız haline geldiğinde anlamlı.
Kısaca anlatmak istediğim, avukattan beklentisi yargı önündeki güç olan bireylerin pek çoğunun erkek avukat gücüne inancı daha fazla. Belki uzun dönem alışılagelmiş “erkek güçlüdür” tabusunun bir uzantısıdır bu. Nitekim kişiler, karşısında kendince güçlü atfettiği cinsi avukat olarak gördüğünde güven duygusu pekişiyor. Hal böyle olunca kadın avukatların işi bir hayli zorlaşıyor. Öncelik hedefi her ne kadar savunma olsa da, bir avukatın ilk etaptaki hedefi müvekkil adayına ya da müvekkiline güven vermek ve kendisine olan inancı artırmaktır. Ancak, kadın avukat için, hatta ve hatta yeni mezun olmuş genç bir kadın avukat için bu inancı oluşturabilmek hiç de kolay değil elbette. Zorlu süreç buradan başlıyor aslında. Toplum nezdinde, müvekkilinin nezdinde güven duygusunu oluşturabilmek. İkinci basamak ise, toplum içerisinde yer alabildiğin ortamlar ve zamanlar sorunsalı . Çünkü insanlar, senin yer alabileceğin ortamları ve zamanları da tabulaştırmış bir halde sınırlıyor. Oysa yargısal süreçlerde yer, zaman, mekan fark etmeksizin tek bir amaç vardır: Adaleti sağlamak. Bunun için de bir avukat gerekiyorsa gece 03.00, 04.00 fark etmeksizin her an her yerde bulunabilmeli ve önünde toplumsal yargılardan kaynaklı engeller konmamalıdır. İş bu noktaya geldiğinde de ne yazık ki kadın bir avukatın, erkek bir avukata nazaran daha sınırlı hareket imkanı olabiliyor. Pek tabi bu husus da geçmişten günümüze, bir kadına yakıştırılan mesleklerden olan öğretmenlik, hemşirelik gibi yeri ve zamanı sabit ve sınırlı olabilecek meslek dallarının uygun görülmesinin başka bir versiyonu.
Her alanda kendisini örnek aldığım ve ilke ve inkılaplarına daima sahip çıkacağım hukukun üstünlüğünü sağlamada ve adaletin tesisini gerçekleştirmede bir “kadın” avukat veya avukat “kadın” olarak en büyük dayanağım Mustafa Kemal ATATÜRK’ün şu sözüyle noktalıyorum yazımı :
“İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin? “